Resimli İstanbul Hatıralar Ve Şehir
“Fotoğraflarla İstanbul’un ve Orhan Pamuk’un geçmişine yolculuk...”
Hiç görmediğiniz bir İstanbul! Orhan Pamuk’un arşivlerden seçtiği eski fotoğraf ve resimlerle... Ara Güler’den Cartier-Bresson’a, İstanbul’un eski fotoğrafçılarından eski gazete koleksiyonlarına, bu kitapta çoğumuzun hiç görmediği resimlerle bambaşka bir İstanbul var.
İstanbul - Hatıralar ve Şehir’de anlattığı konuları, duyguları ek 230 fotoğraf ve resimle işliyor, büyütüyor ve yeni bir anlamla ortaya çıkarıyor. Elinizdeki, artık metne değil resme dayanan, açıp her köşesinden bakılıp okunacak bir kitap. Ara Güler’den Cartier-Bresson’a, İstanbul’un eski fotoğrafçılarından eski gazete koleksiyonlarına, bu kitapta çoğumuzun hiç görmediği resimlerle bambaşka bir İstanbul var.
“Şehrin manzaralarına bakmak, sokaklarda yürüyerek, gemiyle gezinerek, İstanbul’un verdiği duyguları görüntülerle birleştirmektir, ama gezinerek şehrin manzaralarını seyretmek bu değildir yalnızca, bir de içinde bulunduğunuz ruh halini şehrin size verdiği görüntülerle birleştirebilmektir. Bunu hünerle ve içtenlikle yapmak, insanın hafızasında şehrin görüntülerini en derin ve içten duygularla, acıyla, kederle, hüzünle ve zaman zaman mutluluk, yaşama sevinci ve iyimserlikle birleştirmektir.”
Damdan Düşen Psikolog
Afrika kabilelerinden birinde bir bebek doğduğunda kabilenin kadınları hep birlikte ormana çekilir, o bebeğe bir şarkı yaparlarmış. Dikkatle gözlemledikleri bebeğin karakteristik özelliklerini ve gücünü ona anlatan bir şarkı… Sonra, çok sonra bir gün, hayatla başa çıkmakta zorlanıp da kolu kanadı kırılacak
olursa o şarkıyı, yani kendini hatırlasın diye, Afrikalı bebek o şarkıyı dinleyerek büyürmüş… Günün birinde o şarkıyı tekrarlayamayacak kadar kendine inancını yitirdiğinde, onu tanıyan biri ona şarkısını çalarmış ıslıkla. Kendini, gücünü, öz halini hatırlar, kendine gelirmiş…
Doğan Cüceloğlu aramızda bir ıslık gibi dolaşıyor…
Kendi şarkısına gelince…
Annelerimiz yaşarken ayrıca bu şarkıyı duymaya ihtiyacımız yoktur. Annemiz o şarkının ta kendisidir zaten. Ama Cüceloğlu, sadece on yaşındaymış annesi “gitti de gelecek” sandığında… Söyleşimiz boyunca içinde yakaladığı, annesinin bıraktığı boşlukta büyüyen kocaman bir ağıt oldu; kalabalıklar içinde ürkek, mahcup, çekingen bir çocuk…
Kendi çocukluğuna el uzatır gibi uzatıyor şimdi elini bütün çocuklara; o çocukların anne-babaları, öğretmenleri hınca hınç dolduruyorlar seminerlerini. Kitapları baskı üzerine baskı yapıyor. Çünkü Nasrettin Hoca topraklarının çocukları olarak biliyorlar ki damdan düştüklerinde, çarenin hasını kendisi de daha önce damdan düşmüş olan bilir. Hele de damdan düşüp de doğrulan üstüne üstlük bir de doktorsa…
Gizlisiz saklısız anlattı bütün hayatını. Bu kitap, damdan düşen doktoralı bir psikoloğun, düştüğü yerden doğrulurken kendine mırıldandığı şarkısının gözyaşı ve kahkaha dolu öyküsü…
- Canan Dila
Minelbab İlelmihrab
Pirayeye Mektuplar
“Nâzım’ın, 1933’ten 1950’ye kadar, on yedi yıl boyunca, çeşitli cezaevlerinden kendisine yazdığı mektupları, Piraye bir tahta bavulda saklardı. Ceviz ağacından yapılmış, 41 x 26 x 14 cm boyutlarında küçük bir tahta bavul. Küçük olduğu için, belki “çanta” demek daha doğru. Bu ceviz çantayı ona Nâzım sanırım Çankırı Cezaevi’ndeyken yapmıştı.
(...)
Bu kitaptakiler, Nâzım’ın Piraye’ye yazdığı mektupların hepsi mi? Çantadakilerin hepsi... Belki bir gün başka yerlerden de bir şeyler çıkar, bilemem.”
- Memet Fuat
Ziya’ya Mektuplar
Ölüme dair aklımda şöyle bir beyit var:
Benim de bir namazlık saltanatım olacak
O musalla taşında.
Bir şiirin sonu olabilir. Fakat üstünü getirmek zaman ve hava meselesidir. Şimdiyse, gözlerimle, ellerimle, ayaklarımla, kalbimle ve kafamla, hasılı her şeyimle hayata bağlıyım; ölümü aklıma getirmek istemiyorum. (18.07.1943)
Cahit Sıtkı Tarancı ve Ziya Osman Saba, iki büyük yazar, eşsiz şiir ve öykülerin yanında uzun yıllara yayılan hayranlık verici dostluklarıyla da Türk edebiyatının unutulmazları arasına isimlerini kazıdılar. İki şairin lise yıllarından başlayan arkadaşlıkları, Cahit Sıtkı’nın ölümüne kadar sürdü.
Ziya’ya Mektuplar, Cahit Sıtkı’nın Diyarbakır’dan, Paris’ten, Burhaniye’den, Ankara’dan Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektupların derlendiği kült bir eser. İki şairin birbirlerinin şiirlerine eleştirilerini, Cahit Sıtkı’nın şiir dünyasına ve dönemin edebiyatçılarına dair görüşlerini içeren bu mektuplar, dün olduğu gibi bugün de edebiyatseverlerin ve yazar olmak isteyenlerin yolunu aydınlatmaya devam ediyor.
Bir Bulut Kaynıyor Bu Diyar Baştanbaşa 4
Romanlarında Anadolu insanının gerçek dünyasını destansı boyutlara taşıyan, yaşanmış ve yaşanan gerçeği mitlerin, efsanelerin evreninde çoğaltan Yaşar Kemal, sadece bir romancı ve halkbilimci değil, gazetelerimizde modern röportaj yazarlığının da kurucusudur. Onun, her biri yayımlandığı dönemde olay yaratan röportajlarında gerçek, hayat buldu ve okuyucuyu sarstı. Bu Diyar Baştanbaşa dörtlüsünün dördüncü kitabı Bir Bulut Kaynıyor diğer üç kitap gibi doğa ilen insan arasındaki kimi zaman içli tatlı, kimi zaman acı acıtıcı ilişkileri örer. Kaymakamlar, ağalar, şoförler, gecekondularda yaşayanlar, fakir evleri, zengin mezarları, martılar, "Amerikalılar", rektörler, yunuslar ve balıkçıların yanısıra, Çetin Altan, Abidin Dino, Sait Faik bu kitabın konuklarıdır. "Bir gazetecinin zaferi..." -Hüseyin Cahit Yalçın, Ulus, 6 Eylül 1953 "Zafer gazetecinin değil, edebiyatçınındır." -Tarık Dursun K., Milliyet, 11 Mart 1971 "Yaşar Kemal'in röportajlarını klasik gazete röportajcılığından ayrı tutarak, yetkin bir edebiyat ürünü diye okumak gerekir." -Hilmi Yavuz, Cumhuriyet, 8 Nisan 1971
Türk’ün Ateşle İmtihanı
Burada. Türkiye, başşehrinden ve Anadolu daki topraklarından mahrum edilmek istenilmiyordu. İmparatorluk un. İstanbul başşehri olarak kalmasına taraftar olmakla beraber. Akdeniz le Karadeniz aracındaki geçidi tarafsız hale sokmak. Ermenistan. Arabistan. Mezopotamya. Suriye ve Filistin V ayrı ayrı parçalara ayırmak vardı.
Halide Edib Adıvar. çocukluk günlerinden 1918'e kadarki anılarını Mor Salkındı Ev başlığıyla kaleme almıştı. Türk 'ün Ateşle İmtihanı, bundan sonrasını. 1918'den 1923 sonlarına kadar olan dönemi anlatıyor. Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında yaşananlar, yazarın gözlemleri canlı ve etkileyici bir anlatımla okura sunuluyor.
Türk ün Ateşle İmtihanı. Halide Onbaşı'nın. o günleri yaşayan bir aydının içten anlatımıyla yakin tarihimize ışık tutuyor.
Mor Salkımlı Ev
“Evin kendisi, çocuğun hafızasında Mor Salkımlı Ev yaftasını taşır. Bu ev, yarım asırdan ziyade, bazen de her gece, bu küçük kızın rüyalarına girmiştir. Arka taraftaki bahçeye nazır pencereler, çifte merdivenlerin sahanlıklarındaki ince uzun pencereleri, baştan başa mor salkımlıdır ve akşam güneşinde mor çiçekler arasında camlar birer ateş levhası gibi parlar.”
Mor Salkımlı Ev, yakın tarihimizin ruh iklimini anlamak, kavramak ve o iklimde yaşamak açısından eşsiz bir anı kitabıdır. Burada Halide Edib, kendi çocukluğunu, yetişme yıllarını, ilk yazılarını, ilk evliliğini, eşinden ayrılışını, Milli Mücadele'ye hangi sebeplerle başlandığını kaleme getirirken; bir yandan da imparatorluğun son dönem peyzajını çizer.
- Selim İleri
Kaleme aldığı her metinle yeniden tartışılan Halide Edib'in bütün eserleri, gözden geçirilmiş baskılarıyla Can Yayınları'nda.
Jurnal-1
Cemil Meriç'in kendini, yakınlarını, etrafındakileri, içinde bulunduğu dünyayı, düşünce tarihini ve tarihimizi, kendi açısından ve yalın bir şekilde değerlendirdiği eseri Jurnal, yazarın gündelik düşüncesini, kişisel maceralarını, anı ve itiraflarını, yoğun duygularını, yaratış gücünü, alışılmadık yaklaşımlarını, güçlü sentezlerini, engin kültürünü birarada yansıtan bir büyülü aynadır.
Cemil Meriç'in en doğal çehresi ve olanca çoksesliliğiyle karşımıza çıktığı eser, yazarını olduğu gibi tanımamıza, değerlendirmemize yardım eden zengin biyografik malzeme de içeriyor.
İsyankar, acımasız, çoğu zaman duygusal yanlarıyla bir gönül ve düşünce adamına yaklaştırıyor bizi. Jurnal'de Cemil Meriç'in düşüncesi, karakteri, kişiliği çırılçıplak karşımızda. Jurnal, sonsuzla ve ölüm sonrasıyla bir tür hesaplaşma, bir vasiyetname, bir uzun mektup. 1955'den 1983'e marjinal bir yazarın öteki yüzü. Benliği, birikimi, şuuraltı ve şuurüstü ile...
Jurnal-2
Cemil Meriç'in Jurnal'inin 2. cildi, 1960'lardan '80'lere Meriç'in ruh ve düşünce dünyasındaki dalgalanmaları yansıtıyor. Kitaplarına geçmemiş düşünceleri, notları... Anılarına dönerek çocukluğunu ve gençliğini ele aldığı özyaşam öyküsü değerlendirmeleri... Duygu dünyasını, zaaflarını, tutkularını döktüğü mektuplar...
Özellikle yaşatmak-yaratmak ikilemini dorukta yaşadığı aylarda, 'idealar âlemindeki kadın' olarak bağlandığı Lamia Hanım'a yazdığı mektuplar, Jurnal 2'nin en hacimli ve en 'özel' metinleri. "Tekdim ve bütünümle seviyordun, sevmeğe mahkûmdun" diyecek kadar iddialı ve özgüvenli, ama beri yandan anlaşılmamışlıkla, hayal kırıklıklarıyla, zilletlerle yüklü... Kitapta, "düşüncenin bütün huysuzluklarına, bütün hoyratlıklarına, bütün çılgınlıklarına selâm" eden; ama "düşündüklerimizin ne değeri var?" diye de yazabilen Meriç'in duygusal izdüşümü var.
Mavi Sürgün
Karakolda ona, "İstiklal Mahkemesine gideceksin" denir. Niçin İstiklal Mahkemesine gittiğini bilmez. İki jandarma ile, kelepçeli olarak İstiklal Mahkemesine sürüklenir. Mahkemenin bulduğu bir suç vardır. Sonunda cezasının idam olacağı anlaşılır. Sabırlık ve tarlakuşu eller, göğüste kavuşturulmuş, idamı bekler, Sürgün edileceksin denilir. Sürgün yeri Bodrum bir muammadır, bir karanlıktır. Ama işte apansız karanlık kalmaz. Bu 'Mavi Sürgün' yazısı, bu işin nasıl olduğunu anlatacaktır.
Ömür Diyorlar Buna
Narlı Bahçe’yi arıyordum. Hangi coğrafyaya ait olduğunu bilebilsem yollara düşmeye hazırdım. Ama bir türlü hatırlayamıyordum: Batıda mıydı Narlı Bahçe, doğuda mı? Uzun yolların ucunda mıydı, burnumun dibinde mi? İçimde miydi, dışımda mı? Var mıydı, yok muydu? Kuzeye ve güneye giden yolları büyük denizler kesiyor, rüyalarımda sürekli yer değiştiren Narlı Bahçe’nin yolu da bir görünüp bir kayboluyordu.
"Ömür Diyorlar Buna", okurlarımızın yakından tanıdığı ve büyük bir ilgiyle okuduğu Ayfer Tunç’un yeni kitabı. Öyküleşmiş Söyleşiler, ya da Söyleşilmiş Öyküler gibi bir alt başlıkla da okunabilecek bu kitap, yaşanmış, tanık olunmuş insan hikayelerini anlatıyor. Şapkacı Arlet’ten Aylin Işık’a, Fatma Bayraşevski’den Doktor Manuk’a uzanan bu yazılar, ömürlerimizin birer sanat yapıtı, eşsiz, başlı başına dokunaklı bir hikaye olduğunu gösteriyor.
Hep Genç Kalacağım Yeni
İhtiyarlığımda çekilmez bir adam olacağım hakkındaki iltifatına teşekkür ederim. Ama bu tahminin doğru çıkmayacak sanırım. Çünkü ihtiyarlayacağımı kim söyledi. Hep genç kalacağım.
Kitapta, Sabahattin Ali’nin ailesine, arkadaşlarına ve iş ortaklarına yazdığı mektuplarla , Sabahattin Ali’ye ailesi, Nazım Hikmet, Esat Adil Müstecaplıoğlu, Mehmet Ali Aybar, Mehmet Ali Cimcoz, Aziz Nesin, Melahat Togar, Ayşe Sıtkı İlhan, NihalAtsız, Cemal Kutay, Samim Kocagöz başta olmak üzere arkadaşları ve öğrencileri tarafından gönderilen, Markopaşa ve Yeni Dünya’nın kuruluşunda yazılan mektuplar ve resmi yazışmalar bulunmaktadır.
Bu mektupların Sabahattin Ali’nin edebi kimliğinin oluşumuna ışık tutan metinler olduğunu, okuduklarını, yazdıklarını ve yazacaklarını anlattığı mektupların yazarın notları olarak da okunabileceğini özellikle belirtilmelidir.
Hep Genç Kalacağım’da bir araya getirilen mektuplar sadece Sabahattin Ali’nin hayatına tanıklık etmekle kalmıyor, Cumhuriyet’in ilk on yılında Ankara’da yaşam, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı ortam ve Türkiye’de giderek cadı avına dönüşen sol görüşlü kişilerin tutuklanması gibi pek çok olayla ilgili tanıklıklara da yer veriyor.
Günlük
Oğuz Atay'ın edebiyatla ilgili herkes için sürekli merak konusu olmuş günlüğünün bütünü. "Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız" sözleriyle başlayan Günlük boyunca okur, yazarın son yıllarındaki yalnızlığını paylaşmakla kalmıyor, Oyunlarla Yaşayanlar'ın oluşum sürecini adım adım izliyor, bir edebiyat laboratuvarındaymış gibi.
Günlük'ün sonunda, Atay'ın tamamlayamadığı eseri Eylembilim'den şimdilik bulunabilen parçalar da yer alıyor. Bir Bilim Adamının Romanı'nı yazdı. Oyunlarla Yaşayanlar adlı tiyatro eseri Devlet Tiyatroları'nda sahnelendi. Atay 13 Aralık 1977'de, büyük projesi "Türkiye'nin Ruhu'nu yazamadan hayata gözlerini yumdu.
Sıfırdan Zirveye
Lise son sınıftayken fizik öğretmenim Yüksel Tezcan Hanım’ın bana getirip verdiği bir gazete ilanı kaderimi değiştirecekti. Bir akşam saatinde hayaller kurarken, TRT radyosundan “Kemal Şahin” adını duyunca en büyük hayalim gerçek olmuştu. Sevinçten havalara uçtum. O an hayatımın dönüm noktasıydı.
Doğduğum topraklar Toros Dağları, bana azmi, mücadeleyi ve ufuklara yelken açmayı öğretti. Almanya’da mühendislik eğitimimi tamamladığımda bana çalışma izni vermediler. Orada kalmak için pes etmedim ve küçük bir butikle ticarete başladım. Zamanın 5000 markı elimdeki tek sermayem değildi. Benim iyi eğitimim, güvenilirlik ve dürüstlük gibi servetim vardı.
Önce aileniz, öğretmenleriniz, arkadaşlarınız sizi yetiştirir. İş hayatı olgunlaştırır. Kitaplar, ilham aldığınız insanlar, rakipleriniz ve hatalarınız sizleri güçlendirir. Böylece zirveye doğru yol alırsınız. Bazılarınız sadece dağı, bazılarınız da dağın arkasındaki yıldızı görür. Hedefleri yakaladıkça daha da hızlanırsınız.
Hedefiniz gittiğiniz yoldur...
Talebe
Şehir Mektupları – Dergah Yayınları
Bizim Köy
Bizim Köy 1950’de yayımlandığında toplumun geniş kesimlerinde tam anlamıyla bir depreme yol açtı. Yazarın, 17 yaşında gencecik bir öğretmenken kaleme almaya başladığı “köy notları” kitap haline getirilip de basıldığı zaman önce iktidarın öfkesini üzerine çekti. Çünkü köyden yükselen yoksulluk çığlığı, kulaklarını ve gözlerini her türlü olumsuzluğa kapamak isteyenlere, köyleri yemyeşil, bereketli, güzel köylü kızlarının berrak pınarlardan su taşıdığı yerler olarak gösterme çabasında olanlara atılan bir tokattı. Köylerde hâlâ taş devrinin yaşandığı gerçeğini dile getirmenin bir cezası olacaktı elbette. Her yer kar altındayken, köylere ulaşım sağlanamazken köyünde öğrencilerini “hayata hazırlamaya” çalışan genç öğretmenin haberi olmadı kitabının kopardığı gürültüden. Karlar erimeye başlayıp, yollar açılınca ilk ziyaretçileri jandarmalar oldu Makal’ın. Tutuklandı. Bizim Köy ise tam tersine çeşitli dillere çevrilip ülke sınırlarını aşmaya başladı.
Dönemin cumhurbaşkanı, yazarı Çankaya Köşkü’ne davet ettiğinde, bu tutum Demokrat Parti’nin köye ve köylünün sorunlarına önem vermesi olarak algılandı. Ama bu da uzun sürmedi. Önce çeşitli karalamaların boy hedefi haline gelen Köy Enstitüleri kapatıldı, ardından Enstitülü öğretmenlere baskılar başladı. Köye ve köylülerin içinde bulunduğu çağdışı koşullara değinen yazarlara, aydınlara karşı sistemli bir linç kampanyası başlatıldı.
Tahsin Yücel’in “Bizim Köy 1950’de bir başyapıttı. 1995’te de bir başyapıt” saptaması, aradan geçen yarım asırlık bir sürece rağmen, yazarın ve eserinin hala güncelliğini koruduğunu göstermesi açısından son derece isabetli bir değerlendirme.
Bizim Köy, Türk edebiyatında köy gerçekliğine dayanan bir ilk kitap ve toplumcu gerçekçiliğin öncüsü olarak kabul edilmektedir.
Bir Dinozorun Gezileri
Mina Urgan Bir Dinozorun Anıları'nı yazarken kitabının bu kadar çok okunacağını hiç beklemiyor, "Benim gibi bir kocakarının hayatını kim merak eder ki..." diyordu. Ama öyle olmadı. Yüzbinlerce kişi bu ufak tefek, beyaz saçlı, sigara içen, cesur, komünist ve ateist olduğunu televizyon ekranlarında söyleyen İngiliz Edebiyatı profesörünün anılarını okudu ve kendiyle alay etmeyi bilen bu zeki kadını çok sevdi. Çünkü o, Türkiye aydınının sıcak ve zeki dilidir. Samimi bir düşünce sahibinin, aykırı da olsa, tüm kesimler tarafından kucaklanacağının kanıtıdır. Türkiye yazarın diğer kitabı Bir Dinozorun Gezileri ile yeryüzünde keyifli ve uygar bir yolculuk yapacak. "Dinozorca" yani az parayla, tadını çıkarmayı ve insanları tanımayı hedefleyerek yapılmış bu gezileri gülümseyerek okuyacak, okurken düşünecek, yeryüzünü ve kendini tanıyıp öğrenecek, sevecek.
Politikada 45 Yıl
Atatürk, Millî Şef, DP ve 27 Mayıs dönemlerinin İsmet Paşa portresi çerçevesinde değerlendirilmesi. Kendisi de aktif politikanın içinde bulunmuş olan yazar, Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki iktidar mücadelesinin kurulmak istenen yeni düzeni hedeflerinden saptırdığını, özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra onun devrimlerine ters düşüldüğünü ileri sürüyor.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir, öykü, makale ve eleştri türü yazılarla Türk edebiyatı sahnesine adımını atan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, romanları, hikayeleri, denemeleri, oyunları ve anılarıyla, en önemli edebiyatçılarımız arasında yer alır. Üslup özellikleri bakımından Yakup Kadri’nin 1910’dan 1974’e dek verdiği eserler Türkçe’nin geçirdiği bütün evreleri yansıtır. Eserlerinin konu ve fikir zenginliği de dil özelliklerinin çeşitliliğinden aşağı kalmaz. Yakup Kadri’nin Fransız edebiyatı etkisinde başlayan yazarlığı, 1920’lerden sonra özgün bir sese kavuşarak siyasi ve sosyolojik konulara, tarihe, dönem çatışmalarına ve birey psikolojisi irdelemelerine yönelir. Fecr-i Ati’den yetişmiş ama bunu izleyen elli yıl boyunca toplumsal koşullar, tarihi süreçler ve bireysel
portreleri romanın dokusuna işlemek için roman tekniğiyle de boğuşmuş bir yazar olan Karaosmanoğlu’nun eserleri, hala tüketilmemiş ayrıntılarının tartışılıp incelenmesi gereken zengin bir “panoroma”dır.
Bir Dinozorun Anıları
İngiliz edebiyatı "duayenimiz" Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları'nda açıkyürekli, yalın ve naif bi dille anlatıyor, kendini, çevresindekileri ve bir coğrafyada olan biteni... Halide Edip, Necip Fazıl, Abidin Dino, Neyzen Tevfik, Sait Faik, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Atatürk ve başka pek çok isimle zenginleşmiş bir ömrü... "Oğuz Atay'ı ayaküstü ve o kadar az gördüm ki, onunla ilgili ancak bir tek izlenim edindim: Koskocaman bir kediye benziyordu tıpkı. Çok kocaman ve çok güzel bir kediye öyle benziyordu ki, ona elimi uzatınca 'miyaaav' diyeceğini sandım. Miyavlayacağı yerde 'tanıştığımıza memnunum' deyince şaşırıp kaldım." Mina Urgan'ın anılarını bazen coşkuyla bazen buruklukla ama hep gülümseyerek okuyacaksınız.
Rüzgarı Dizginleyen Çocuk – Martı Yayınları
Denersem yapabilirim, düşüncesiyle yola çıktığımda henüz 14 yaşındaydım. Yaşadığımız bölgedeki kıtlık artık dayanılmaz olmuştu ve etrafımdaki insanlar teker teker ölüyordu. Buna bir son vermeli, en azından denemeliydim. Çevremdeki insanların, hatta ailemin bile bana deli gözüyle bakmasını hiç umursamadan sadece amacıma odaklandım. Ve başardım da!
Aklımda Bir Yer Var
Bir Kediyi Terk Etmek – Babam Hakkında
Haruki Murakami babasını hatırlıyor…
Sıradan bir anı, sahile beraber bırakılan bir kedi, Murakami’nin babasına dair anılarının kapısını aralıyor. Hayatı ve hayalleri savaşla bölünen babanın öyküsünü kurgulamak, ailenin ve ülkenin de geçmişine bakmak anlamına geliyor. Murakami, yetişkin hayatında uzak olduğu babasıyla vedalaşırken, onun hem kişisel tarihindeki yerini gösteriyor hem de hayatları savaşla bitmiş veya dağılmış bir nesle saygı duruşunda bulunuyor…
Bir Kediyi Terk Etmek, Murakami’nin bugüne kadarki en kişisel anlatısı….
Bir Ruh Macerası
“‘İslam bizi geri bıraktı, Batı karşısındaki yenilgilerimizin sebebi İslam’dır!’ hükmü; giderek bir inanç, bir yaşama biçimi halini aldı. Bunu da modernlik kisvesi altında hınç ve taassupla dolu telkinler halinde yaydılar, bu tür ideolojilere ve akımlara neredeyse meşruiyet kazandırıldı.
Bu yanılgıların ortasında doğdum ve yetiştim. Gerçeğin ise tam tersi olduğunu pek çok bedel ödeyerek idrak ettim. Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti. Varoluşuna sahih neden bulamayan insan, bilsin yahut bilmesin, korku, endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazî hâli, bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecelerde yaşadım. Şimdi şu eski koltuklarda oturuyorum ve gücüm yettiğince tefekkür ediyorum. Herkes geleceğe doğru hayal kurar, bense geçmişe doğru hayal kuruyorum. Bir bahçeye yolculuk yapıyorum. Manolyalar, frenk üzümleri, yıldız çiçekleri, çimenler; tam bir cennet bahçesi… Bir zamanlar, yani çocukluğumda öyle bir bahçenin ortasındaydım ama o günlerde o nimetin şükrünü eda edebilme hassasiyetine sahip değildim. Şimdiki halimle, aklım ve gönlümle o güzel bahçeye dönüyorum. Çimenlerin üzerine seccademi serip şükür namazı kılıyorum. Bu, benim geçmişe doğru yolculuğum; geçmişe dönük hayalim…”
Darağacında Üç Fidan
1968’ler. Yazılı tarihin en barbar asrının en umutlu, en ışıklı, en cesur günleriydi. Coşkun bir devrimci dalganın bütün dünyayı sarstığı, onlarca ülkede milyonlarca insanın ayağa kalkarak, “Gerçekçi ol, imkânsızı iste,” diye haykırdığı günlerdi...
Böyle bir dünyada, Denizler de özgürlük bayrağını Türkiye’de yükseklere taşıdılar. ABD’ye, NATO’ya, yurtlarını yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekmek isteyenlere en iyi cevabı eylemleriyle, yürüyüşleriyle, cesaretleriyle verdiler.
Ve egemenler, bu özgürlük kabarışının intikamını 12 Mart karanlığında üç gençten çıkarmak istediler. Somut hiçbir yasal dayanak olmadan Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i ve nice arkadaşlarını idamla yargılayıp, “Asalım, asalım!” çığlıklarıyla darağacına göndererek özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini boğmaya çalıştılar...
Baskı altında geçen yirmi iki yılın ardından, bu yeni basımıyla Darağacında Üç Fidan’ı sunarken, bugün koyu bir karanlığın ve ahlâksızlığın içine itilmek istenen yurdumuzda, gözlerimizde hâlâ bir umut ışığı, darağaçlarında “solmayan” üç fidanın anısı önünde saygıyla eğiliyoruz...
Tebeşir Tozu
O, sınıflarından melodiler yükselen idealist bir öğretmen...
Asla pes etmeyi düşünmedi...
İlham verici projeleri tezlere konu oldu...
Yaptığı çalışmalar belgeselleştirildi...
Pek çok ödüle layık görüldü...
İşte Sezer Ortadağ’ın ufkun ötesine uzanan öğretmenlik hikâyesi...
Tebeşir Tozu bir eğitimcinin kendi öğrencilik yıllarından başlayarak devam eden öğretmenlik hayatı boyunca yaşadıklarının kısa bir özetini sunuyor. Türkiye’nin ücra köylerinden yola çıkarak dünyaya açılan serüveninde Sezer Ortadağ, kendi hikâyesi üzerinden birçok insanın eğitim hayatına da ayna tutuyor. Her koşulda mazeretlere değil, maharetlere odaklanmanın gücünü vurguluyor.
Bu ilham verici sayfaları, kimi zaman gülümseyerek kimi zaman da hüzünlenerek çevireceksiniz. Mesleğini tutkuyla yapan bir öğretmenin öğrencileriyle nasıl derin bir bağ kurduğunu, nasıl her birinin yüreğine dokunarak içindeki ışığı alevlendirdiğini ve nasıl fark yarattığını göreceksiniz.
Bir Kadın Bir Ses
Bu kitapta bir kadın ve onun sesi var, ama anlatılan gerçek yaşam öyküsünün en önemli kahramanı bir erkek.
Saniye, Torosların bir köyünde büyüdü. Babasının gözüne girebilmek için ‘erkek gibi bir kız' olması gerektiğini anladı ve kısa saçıyla, sert bakışıyla, asker gibi rap rap yürüyüşüyle onun takdirini kazandı.
Mehmet yakışıklı, tatlı dilli, kadınların dikkatini çekip onların gönlüne girmesini bilen biriydi ve ‘erkek gibi bir kız' olan başı dik Saniye'den hoşlandı.
Saniye babasının gözüne girmek için erkek gibi bir kız olmasını öğrenmişti, ama kadın olmanın ne demek olduğunu hiç bilmiyordu; kimse kadın olmayı öğretmemişti. Neye uğradığını anlayamadan kendini evlenmiş buldu ve oldukça çetrefil, karmaşık, acılarla dolu bir yaşam öyküsü başladı.
Evliliğinin dördüncü ayında kocasının pantolonunun cebinde genç bir kıza yazılmış bir aşk mektubu buldu ve ancak bir kadının gösterebileceği bir yaratıcılıkla bir komplo kurdu: kızın evini buldu, görücüymüş gibi kızın evine gitti ve kocasını oraya getirtti; önce hayret daha sonra öfkeden dona kalan Mehmet'in yüzüne kapıyı çarparak çıktı.
Bu yaşam öyküsü çetrefil, karmaşık ve acılarla dolu; aynı zamanda bu toplumun kadınlarının birçoğunun öyküsü.
Erkek karısını kendinden uzak tutmaya kararlı; uzaklığından, bilinmezliğinden ve yalnızlığından gelen bir gizemi var. Kadın onun iç dünyasına girmeye, onun can yoldaşı olmaya sürekli çabalıyor. Acılarla dolu yalnız bir yolculuk; her ikisi için de süregiden yalnız bir yolculuk.
Saniye duygularını ve özlemlerini şiire döküyor. Sadece kendi için değil, bu ülkenin tüm kadınları için yazdığını düşünüyor. Otuz yılı aşkın evliliğinde adını bir kez bile duymuyor. 'Acaba ben var mıyım?' kuşkusuna kapılıyor.
Yoksam ben
Varmışım gibi
Canlıymışım gibi
Neden acıyor yüreğim
Yaş akıtıyor gözlerim.
Saniye Çelik'le konuşmamı sanki rahmetli annem benden istedi. Dinlediğimde, Saniye'nin acıları, yalnızlığı, içinin burukluğu annem Zehra'nın yaşamını anımsattı.
Ve bu kitap oluştu.
Küçük Anılar
Evinin kapısında oturuyordun sen, anneanne, yıldızlı, uçsuz bucaksız geceye açılan kapısında evinin, hakkında hiçbir şey bilmediğin ve asla yolculuk yapamayacağın gökyüzünün altında, büyülü tarlaların ve ağaçların sessizliği içinde, sonra doksan yaşının vakarıyla ve hiçbir zaman kaybetmediğin bir gençlik ate?iyle dedin ki: “Dünya öyle güzel, öleceğime öyle yanıyorum ki.”
Aynen böyle dedin. Ben oradaydım.
José Saramago, “küçüklüğümdeki küçük anılar” dediği türlü anı parçacıklarını birbiri ardına sıralıyor.
Bir amacı da var üstelik: aklın içindeki canavarları ve yine onun yarattığı yücelikleri ortaya çıkarmak.
Çocukluk Ne Güzel Şey
Bir Zamanlar Nişantaşı’nda
Vali Konağı’nın da yer aldığı modern bir semt olan Nişantaşı’ndan anılar, portreler...
Hıfzı Topuz bu kitabında çocukluk ve gençlik yıllarındaki Nişantaşı’nı anlatıyor. Nişantaşı’nın 40’lı 50’li yıllarından konaklar, sokaklar, pastaneler, ünlü sakinler, renkli sosyal ilişkiler, akşam turları, göz aşinalıkları ve belki de yaşam boyu anımsanacak aşklardan buruk anılar…
İki Darbe Arasında
28 Şubat süreci….her gün bir yığın hüsran… Günler ilerledikçe dalgalar şiddetini arttırarak dövmeye başlamıştır kalbinizin duvarlarını ve çaresizliğin sesi çığlık çığlığadır içinizde. Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla bir damla su getirmez yangını söndürmeye…
İskender Pala, bu defa pek bilinmeyen bir özelliğiyle, “asker kimliğiyle” karşınızda. Usta yazar, 12 Eylül’ün hemen ardından başlayıp 28 Şubat sürecinde YAŞ kararıyla son bulan Deniz Kuvvetleri’ndeki 15 yılın hikâyesini içeriden okuma fırsatı veriyor.
(…) Acı günleri hatırlamak, insana tekrar acı verir elbette. Buna rağmen vaktiyle unutmayı çok zor başardığım o günleri şimdi yeniden hatırlamanın acısını yaşamaya cesaret etmem, sırf tarihe belge bırakma ve belki o savruluş insanların hâlâ aramızda yaşadıklarına dikkat çekebilme amacına yöneliktir ve bu yüzden yazdıklarımın tamamı katıksız hakikattir.
112 Öğretmenliğime Notlar
Öğretmenlik; her günü bir diğerinden farklı, tekrarı olmayan muhteşem bir meslek ve uzun bir öykü. Öğretmenliğe yeni başlayanlar için yaşanmışlıklardan, örnek olaylardan yola çıkarak “akılda bulunsun” diyerek yazıyorum.
Belli mi olur belki bir yerlerde, benzer şeyler yaşanır ve ön öğrenmeler işe yarar. Bu yolculuğun paylaştıkça güzelleşeceğine inananlardanız ve bizimki bu uzun öykünün giriş bölümünün dipnotları olsun.
Öğretmenliğin “öğretmek ve öğrenmek” olduğunu söyleyen Müjdat Ataman, 112 Öğretmenliğime Notlar adlı kitabında deneyimlerinden gelen önerilerini paylaşıyor bizlerle.
Ve Elma Yayınevi,
Duygulara kapattık gözümüzü, kuru bilgilerle doldurup genç beyinleri, kendi yarattığımız sınavlarda geri istiyoruz gereksiz öğretilerimizi, diyerekaçık yüreklilikle özeleştiri yapabilen bir öğretmenin okumaya doyamayacağınız kitabıyla buluşturuyor okuyucusunu.
Taksiii
Bu kitapta doksanlı yıllardan itibaren İstanbul taksilerinde yaşadıklarımdan bir demet sundum okurlarıma. Turistleri, savunmasız yaşlıları, özellikle de yaşlı kadınları hedef alan taksici eziyetine sık maruz kalmış biri olarak yazdıklarımın çok kişinin yüreğine dokunacağına inanıyorum. Amacım, İstanbul’un taksi şoförlerini incitmek değil, sorunun çözümünü engelleyerek İstanbulluları kendi çıkarları için mağdur edenlere dikkat çekmek. Mesleklerini hakkıyla, namusuyla yapan çilekeş sürücülere ise saygılar olsun!
Kelebek Ve Dalgıç
Sol Ayağım gibi bir klasik olmaya aday, gerçek bir yaşam öyküsü... Kelebek ve Dalgıç, yaşanmış bir hikâyenin anlatısıdır. Jean-Dominique Bauby, bir beyin kanaması geçirir; yolunda giden hayatı artık bir çıkmaza girmiştir. Onun için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Artık vücuduyla tek yapabildiği şey, gözkapaklarından birini oynatabilmektir. İnsanlarla iletişim kurmak için kullanabileceği tek yol budur. Yine de, umut... Hep vardır umut. İnanmaktan vazgeçmeyen insan birçok şeyi başarabilir. Jean-Dominique Bauby de bu kitabı, sadece göz kapağını oynatarak, alfabedeki yerlerini işaret ettiği harfler sayesinde yazdırmayı başarmıştır. O nedenle bu kitap kısadır ama açacağı kapının önünüze sereceği yol çok uzundur. "Günümüze ait bir efsane gibi... Yüzyılın en iyi kitaplarından biri." -Jackie Wullschlager-Financial Times "İnsan olmanın çekirdeğini, özünü anlatan bu kitabın söylediklerini dinlemeliyiz." -Robert McCrum-Observer "Bu kitabı okuyun ve hayatınıza yeniden âşık olun." -Edmund White- "Sarsıcı bir çalışma. Aklın ve ruhun inanılmaz gücünü yazıyla harmanlayarak mutlaka okunması gereken bir hikâye sunuyor." -A.L. Kennedy- "Günümüzün en dikkate değer yaşam öyküsü ...hatta belki de tüm zamanların demeliyiz." -Cynthia Ozick-
Vatan Yolunda
Yirminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir, öykü, makale ve eleştiri türü yazılarla Türk edebiyatı sahnesine adımını atan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, romanları, hikayeleri, denemeleri, oyunları ve anılarıyla, en önemli edebiyatçılarımız arasında yer alır. Üslup özellikleri bakımından Yakup Kadrinin 1910'dan 1974'e dek verdiği eserler Türkçe'nin geçirdiği bütün evreleri yansıtır.